Medya Konuşmaları XVIII: Medya Eleştirisi

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bugünkü konuğumuz Alper Görmüş. Alper Görmüş, Türkiye’de pek de başka örneklerine rastlanmayan medya eleştirisi üzerinde uzman bir gazeteci. Kendisini en önce Medyakronik, daha sonra Kronik Medya, sonra da Medyatek ile hatırlayacaksınız. Aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Şu anda Aktüel’de de Medyatek’i hazırlıyor. Hoşgeldin Alper.

 

Alper Görmüş: Hoşbulduk.

 

ÖM: Kavram olarak medya eleştirisi ne demek?

AG: Medya, bir tarihten sonra hayatımızda en önemli, en belirleyici unsurlardan biri olmaya başladı, hepimiz bunu biliyoruz. “İmajlarla kelimelerin, aile, okul, din ve devlet gücünden daha etkili olduğu bir yüzyıl” bu. Dolayısıyla medyadan yayılan, üzerimize boca edilen imajlar, kelimeler, kavramlar, siyasetler, ideolojiler hakikaten nasıl yaşadığımızı, nasıl yaşayacağımızı şekillendirebiliyor, kafamıza bir takım şeyler sokuyor, sokmaya çalışıyor. Gerçekten de bu boş laf değil, aileden, okuldan, din ve devletten daha etkili bir araç bu. Dolayısıyla bunun daha düzgün bir rotada gitmesini sağlayabilecek bir eleştirisi de doğal olarak ortaya çıktı. Sistemli uygulamasının 1960’ların başında başladığını söyleyebiliriz. Columbia Journailsm Review 1961’de başladı mesela. Irak’tan gelen kargo uçağında ölü Amerikan askerlerinin dizi dizi tabutlarının fotoğraflarını yayımlayan Media Watch 1984’te başlamıştı.

1980’lerden sonra medyanın etkisi çok daha ağırlıklı olmaya başladı. Dünya bölümünü hızla geçmek istiyorum, zaten Ragıp Duran’la konuşmuştunuz o faslı. Türkiye’ye gelirsek, aşağı yukarı 40 yıllık bir fark var. Yani 1960-61’i başlangıç olarak alırsak, Türkiye’de de 1990’ların sonunda ancak böyle şeyler görülmeye başladı. Aklımıza gelen ilk örnek “Dördüncü Kuvvet Medya” bir internet sitesi, televizyonda da enteresan bir şekilde popüler bir versiyonu oldu. Yöneticisi Ahmet Tezcan’dı ki sonradan başbakanın basın danışmanı oldu.

 

ÖM: Halen de öyle galiba?

 

AG: Evet. Bu da bu çağın her şey olur, her şey gider, postmodern anlayışının bizim meslekteki uygulaması gibi oldu. Okur temsilciliğine biraz sonra değineceğiz, o da bunun bir parçası. 2000 yılında Medyakronik, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin de desteklediği bir mecra olarak yayın hayatına girdi internet üzerinden. Bu ideal bir formattı medya eleştirisi açısından, yani bağımsız bir üniversitenin böyle bir şeyi desteklemesi... Daha sonra, siz de hatırlattınız, Medyakronik, Medyatek, ideal formatlar değil, bunu da açıkça söylemem lazım, o ideal formattı. Fakat olmadı, büyük basından gelen bir takım baskılar, bizim sitenin yöneticilerinin şöyle bir karar almasına yol açtı: “Bu iş okulun zarar görmesine yol açacak, dolayısıyla biz bunu kapatalım.” En sonunda böyle bir kararla Medyakronik kapatıldı. Medyakronik’in ilginçliği, özgünlüğü, önemi şuradan geliyordu; o güne kadar yayınlanan medya eleştirisi siteleri, genel olarak medyada ne oluyor, ne bitiyor, kim nereye geçti, kim hangi köşede ne yazdı, kim kiminle atıştı, çatıştı, vs. gibi meselelerle ilgileniyorlardı. Medyakronik hiç oralara girmedi, doğrudan doğruya haber eleştirisini seçti kendisine alan olarak. Sabahtan öğlene kadar bütün gazeteler taranıyor, ardından da haberlerin eleştirileri yazılıyordu. Yani sabah gazeteleri okuyan bir okur, akşam saatlerinde de okuduğu o haberlere farklı bir gözle bakabilme olanağı buluyordu. Site her akşam saat 17.00-18.00 güncelleniyordu.

 

ÖM: Bu sadece yazılı basın dediğimiz, Türkiye’de yayınlanan günlük gazeteleri ele alıyordu değil mi?

 

AG: Maalesef onunla sınırlı kaldı. Aslında başlangıçta televizyonu da izlemeye çalıştık. Öğrencilerden 30 kişilik bir grup oluşturmuştuk, onlar televizyondaki 10 kanalı her gün izliyordu. Hangi kanal habere ne kadar yer ayırmış, şuna ne kadar yer ayırmış, vs. ölçümler yayınlıyorduk, fakat ona sonra gücümüz yetmedi. Dolayısıyla günlük basınla sınırlı kaldı Medyakronik.

Medyakronik’in bir özelliği de bizim yazdığımız eleştirilere gelen bütün eleştirileri hiçbir redaksiyona gitmeden tümüyle yayımlamaktı. Bunu baştan böyle ilan ettik ve sözümüze sonuna kadar sadık kaldık.

 

ÖM: Mayıs 2000’de başladı değil mi?

 

AG: Evet, Mayıs 2002’de sona erdi Medyakronik.

 

Avi Haligua: Sona eriş sürecinden biraz daha bahsedebilir misiniz?

 

AG: Benim öğrencilerim de en çok onu soruyor, sona eriş süreci konusunda söyleyebileceğimi söyledim, yani gönüllü olarak kapatmadık biz orayı, çok seviyorduk, gazeteciler çok seviyordu, gerçekten çok faydalı bir siteydi.

 

ÖM: Biz de çok izliyorduk.

 

AG: Kapatıldığında yaklaşık günlük giriş 10 bine yaklaşıyordu ki, neredeyse bütün gazeteciler izliyordu. Biz çok üzüldük ama sonuçta kapatmak zorunda kaldık. Orası kapatılınca Yeni Şafak gazetesi yöneticileri bize başvurdu, dediler ki “bu gazeteciler için çok faydalıydı, biz de faydalanıyorduk, biz size bir sayfa versek, burada yapsanız o işi.” Biz düşündük, başta da söyledim, iyi bir format değil, doğru bir format değil.  Sonuçta orası bir gazete ve siz gazeteleri eleştiriyorsunuz, doğru değil pek. Fakat çaresizlik içinde kabul ettik, hiç olmamasından iyidir diye. Pek tabii ki gazete yöneticileriyle baştan konuştuk, böyle bir şeyin bir gazetede yapılmasının maliyetini biliyor musunuz diye sorduk. Bu sizi de sert bir şekilde yeri geldiğinde eleştirmemiz anlamına gelecek. “Elbette, böyle bir şeyi teklif edince başka nasıl olabilir?” dediler.

 

ÖM: Aslında ilginç, o bir anlamda da birazdan da konuşacağımız okur temsilciliğine, “ombudsman” da deniyor, ona da bir çeşit geçiş gibi bir şey olmuş.

 

AG: Ombudsman, okur temsilciliği meselesine geçelim, biliyorsunuz okur temsilciliği genel hatlarıyla medya eleştirisi çerçevesinde yer alır ama okur temsilcisi dendiğinde, adı üzerinde okurlardan gelen ve sadece o gazeteye gelen eleştirileri değerlendiren, yönetime sunan, yazı işlerine sunan, yeri geldiğinde kendisinin de fikrini beyan ettiği bir kişiden söz ediyoruz. Bizim Yeni Şafak’taki durumumuz öyle değildi, biz Yeni Şafak’ın yanı sıra başka gazetelerle de ilgileniyorduk. Dolayısıyla biraz farklıydı yapısı ama yürüdü, hiçbir müdahale gelmedi. Yeni Şafak’ın manşetlerini dahi çok sert bir şekilde eleştirdik, orada hiçbir sorun olmadı, öyle gitti.

 

ÖM: Bu açıdan değişik bir örnek.

 

AG: Evet, dünyada da herhalde benzeri yoktur.

 

ÖM: Ben de onu soracaktım.

 

AG: Bir gazetenin, kendisi de dahil olmak üzere böyle bütün basını eleştiren bir sayfa açması, zannetmiyorum, dünyada böyle bir örneği yok herhalde. Türkiye’de bir defa oldu işte.

 

ÖM: Burada hem sizleri hem de Yeni Şafak yönetimini de kutlamamız gerekiyor.

AG: Aslında öyle, başka bir gazete herhalde böyle bir şeye tahammül edemezdi. Biz de tabii özellikle o gazetede yazdığımız için mecburen eleştirimizi daha da sert...

 

ÖM: Çuvaldızı kendinize...

 

AG: Kışkırtıcı oluyor, Yeni Şafak’ta böyle bir şey gördük mü, “Allah!” deyip seviniyorduk ve bindiriyorduk. Çok ilginçti hakikaten o deney...

 

ÖM: Medyakronik üç kişi ile başladı.

 

AG: Evet. Kürşad Bumin ve ben zaten Bilgi Üniversitesi’nde öğretim görevlileriydik, Ümit Kıvanç’ı hemen aklımıza gelen isim olarak çağırdık, konuştuk. Ümit de aramıza katıldı ve üç editörlü olarak gitti Medyakronik. Sonra Yeni Şafak’ta ikiye düştük, Kürşad Bumin ve ben yürüttük. O da şöyle bitti, ben geçen yaz başı Aktüel’den bir davet aldım, benim eski arkadaşlarım, dergiyi yeniden yayınlamak üzere oraya gittiler, beni de çağırdılar, gittim. Orada başlangıçta yayın yönetmeni olarak 10 hafta kadar çalıştıktan sonra ayrıldım. Bir gazetecilik hatası yaptık ve ben yayın yönetmeni olarak istifa etmeyi doğru buldum ve ettim.

 

ÖM: O da Türkiye’de ve belki de dünyada çok örneğine rastlanan bir olay değil, kendi yaptığı hatayı söyleyip de istifa eden. Ben pek bilmiyorum.

 

AG: Dünyada var bir iki örnek ama Türkiye’de ben de bilmiyorum, olmadı galiba. Yayın yönetmenliğinden ayrıldıktan sonra, zaten o sırada başladığım, Medyatek diye 3-4 sayfalık bir medya eleştirisi bölümüm vardı Aktuel’de, günlük gazetelere bakıp eleştiri yaptığım, orada da bir kişiye düştü; yani 3 kişi, 2 kişi, 1 kişi. Bir ay sonra onu da bırakıyorum, çünkü biraz elimi taşın altına sokacağım, ilk göz ağrım Nokta dergisi ile başladım gazeteciliğe, öyle de bitireceğim galiba. Yeni sahipleri bana yayın yönetmenliği teklif ettiler, kabul ettim. Dolayısıyla, 5 yıl sonra, hatta 6 yıl tamamlandı bu medya eleştirisi konusunda, şimdilik bırakıyorum artık, belki ileride yeniden başlarız.

Kısaca okur temsilciliğinin de tarihine bakalım, 1999 Mart ayında, o zaman Milliyet gazetesinin yayın yönetmeni Umur Talu’nun başlattığı bir uygulama. Türk basınında ilk okur temsilcisi Yavuz Baydar’dır. Ondan sonra da üç yıl kadar hemen hemen başka bir örneği olmadı. Sonra Hürriyet girdi işe, bir okur temsilcisi atadı, daha sonra onu başka gazeteler izledi. Yeni Şafak yine bizden sonra bir okur temsilcisi atadı, Vatan gazetesi atadı ve bu yaygınlaştı. Yavuz Baydar daha sonra Sabah’a geçti, yerini Derya Sazak aldı.

Bizdeki okur temsilciliği ile dünyadaki okur temsilciliği arasında çok ciddi bir fark var; bizdeki okur temsilcileri tabiri caizse ‘bizim arkadaşlar’ yani gazetedeki arkadaşlar, bu çok tuhaf. Mesela yazı işleri müdürü okur temsilcisi, Hürriyet’te öyleydi mesela. Künyeye bakıyorsunuz yazı işleri müdürü, yani yayından sorumlu olan insan, fakat aynı zamanda da okur temsilcisi.

 

ÖM: Bu “conflict of interest” dedikleri, çıkar çatışmasının çok tipik bir örneği gibi.

 

AG: Tabii. Aynı şekilde Yeni Şafak’ınki de ilginç, o da yazı işleri müdürünü okur temsilcisi olarak atadı. Milliyet ve Vatan’da şu anda yürütenler de köşe yazarları.

 

ÖM: Vatan’da Okay Gönensin.

 

AG: Evet. İçeriklerinden bağımsız olarak söylüyorum, yani yaptıkları işe hiç girmeden söylüyorum, biçimsel olarak bu doğru değil. Az önce, bizim bir gazetede medya eleştirisi yapmamız örneğini doğru bulmadığımı söylemiştim ama bu ondan da yanlış bir uygulama. Dünyada bağımsızdır, hatta bazen sözleşmeler olur, hatta yayın yönetmeninin dahi ancak gazetede görebileceğine dair sözleşmeler var, bunu uyguluyorlar. Mantığı bu zaten, başka bir şey olabilir mi?

 

ÖM: Dışarıdan biz göz ihtiyacı.

 

AG: Tabii. Ama bizde böyle. Hatta bir okur temsilcisinin görevleri arasında bir de şu sayılıyordu: “gazeteye dışarıdan gelecek haksız saldırıları göğüslemek!” Olacak şey değil, ama bu yazıldı ve ilan edildi de.

 

ÖM: Haklı saldırılara bir şey yok ama!

 

AG: “Bu çağda her şey olur” çerçevesinde anlaşılabilecek şeyler. Kabaca Türkiye’deki işin özeti bu.

 

ÖM: Yavuz Baydar bağımsız olarak sürdürüyor değil mi?AG: Evet, gazetede sorumlu görevde değil, köşesi yok, bazen müzik yazıları yazıyor, çok iyi bildiği bir konu, o başka.

 

ÖM: Doğrusu ilginç bir serüven. Geçenlerde yaptığım Hindistan seyahati sırasında tesadüfen tanık olduğum bir şeyi anlatayım bu vesileyle; Hindu gazetesi, 130 yıllık filan bir geleneği var, çok eski ve oldukça da saygın bir gazetesi Hindistan’ın, İngiliz gazetecilik geleneğinin de olumlu yanlarını yansıtmaya çalışan bir gazete olduğu anlaşılıyor, çok da iyi bir eki de var, Front Line diye. Bunca sene sonra tam da bizim seyahate denk düşen bir zamanda elime alıp baktığımda, “işte biz de sonunda okur temsilciliğine geçiyoruz, bu işte Guardian’ı örnek aldık kendimize” diyorlardı, pek de memnunlardı tabii bu durumdan.

 

AG: İnşallah bizdeki gibi değildir orada?

 

ÖM: Tamamen dışarıdan olduğu anlatılıyordu, dolayısıyla farklı. Medyanın vatandaş bilincini geliştirmek gibi bir fonksiyonu olacaksa, burada en önemli işlevlerden biri de medya eleştirisine düşüyor. Türkiye’de neden farklı ve neden farklı olmak zorunda?

 

AG: Türkiye’deki gazeteciliğin doğuşundan gelen bir defekt var. Bana,  “Türkiye’deki gazeteciliğin en temel problemi ne?” diye sorsanız, “Türkiye’de gazeteciliğin devlet eksenli bir gazetecilik oluşudur” derim. Malum tek parti döneminde gazetecilik devletle iç içe geçmiş bir faaliyetti. Bu dönemde muhalif basına pek fazla göz açtırılmadı. Yani doğrudan devletin desteğiyle, tıpkı sanayi gibi, ayakta durabilen bir sektörden söz ediyoruz. Dolayısıyla bir bütün olarak basın ve gazeteler, ancak devletin emzirdiği bebekler olarak varolabildi başlangıçta. Ve bu başlangıç ondan sonra da tuhaf bir şekilde içselleştirildi. Bunun nasıl olduğunu tam bilemiyorum, ama galiba genlere de işlemiş bir şey var, sadece böyle bir takım parasal destekler, vs. ile açıklanamayacak ideolojik bir takım içselleştirmeler söz konusu. Bunun çok önemli bir yansıması var. Bu kadar kendini devlete angaje edince, ister istemez devletin düşman diye kodladığı insanlar, kesimler, ideolojiler, düşünceler, fikirler, sizin de düşmanınız olabiliyor.

 

ÖM: Vatanı korumak gibi bir fonksiyon.

 

AG: Evet öyle. Gazetecilik eleştiri demek, kritik yapmak demek, siz toplumda bazı kesimleri, bazı fikirleri, bazı ideolojileri düşman olarak algılarsanız, ona karşı duruşunuz bellidir, düşmana karşı eleştiri yapılmaz ki, düşman imha edilir. Mesela diyelim ki ülke gerçekten askeri bir işgale uğradı, ülkede de bir takım direnişçiler var. O direnişçilerin düşmana karşı bildiğimiz anlamda eleştiri yapması söz konusu olabilir mi? Mesela düşman bölgeye su getirdi, elektirik getirdi “a, ne güzel, iyi, alkışlıyoruz bu yanını, doğrudur” vs. Doğru olanı söylemek, yanlış olanı eleştirmek ancak düşman olarak kabul etmediğiniz sürece mümkün. Evet muhalefet edeceğiniz kuvvetler vardır tabii, fikir mücadelesi yapacağınız kuvvetler vardır ülke içerisinde, fakat düşman olarak kodladığınız ve algıladığınız andan itibaren devletin safındasınızdır. Devlet, düşmanı olarak ilan ettiği her fikre, siyasi yapıya karşı sizi yanında gördüğünde ister istemez buradan eleştiri çıkmaz, buradan imha çıkar. Karşı tarafı imha etmek için elinizden geleni yaparsınız, bu da büyük bir körleşmedir.

Türkiye’de olan budur, yani bu kadar kutuplaşma, siyasi mücadelenin bu kadar sert olması,  gazeteciliğin de sert olması bunun sonucudur. Sonuçta dediğimiz gibi devletin tarihsel olarak çeşitli dönemlerde ilan ettiği bütün düşmanlar, medyanın ana damarının da düşmanı haline geliyor ve oradan artık sağlıklı, doğru, düzgün bilgi, enformasyon almak mümkün olmuyor bazı kesimlere ilişkin olarak. Onlar düşman olarak kodlanıyor, belleniyor ve onlara  hücum ediliyor. Türkiye’deki sorunlu gazetecilik pratiklerinin temelinde bunun yattığını düşünüyorum: Türkiye’de gazeteciliğin devlet eksenli olarak yürümesi. Halbuki gazetecilik sivil bir faaliyettir, yani toplumun bir parçasıdır her şeyden önce. Neden basına “dördüncü kuvvet” deniyor demokrasilerde, çünkü normalde biz fanilerin ulaşamayacağı bir takım bilgileri, özellikle hasır altına itilmiş bilgileri bulup açığa çıkartan bir organdan söz ediyoruz ki o sayede, düzgün, doğru, hakiki bilgiler ve enformasyon üzerine bir tartışma yürütebilelim, bizim için hangisi doğru ona karar verebilelim. Bu nedenle medya hakikaten çok önemli bir kuvvet.

 

ÖM: Evet seçme hakkının ancak tartışma sonunda elde edilebilmesine, dolayısıyla demokrasinin işleyebilmesine imkân veren bir şey.

 

AG: Aynen öyle. Onun için medya demokrasilerde dördüncü kuvvet, ama böyle olunca, deminden beri tarif ettiğim yapıda olunca işler değişiyor. Gazetecilik sır ifşa etme mesleğidir, ama böyle bir durumda, en büyük sır saklayıcı olan devletin sırlarını fâş etme konusunda büyük zaaf sahibi oluyor medya.

 

ÖM: Açığa çıkarmıyor. O zaman da, bir takım yumuşak konular, vs. öne çıkıyor, surmanşette magazin vs. başka bir şey haline geliyor, bildiğimiz türden, ‘normal’ ülkelerdeki gazeteciliğe benzer gazetecilik değil aslında bu açıdan bakıldığında. Tam tersine sırrını ifşa edeceğine ittifak halinde şu veya bu şekilde, daha çok  ideolojik olarak. İktisadi bir ittifaktan söz edemeyiz, devletin kendisine doğrudan çıkar sağladığı bir mekanizmadan şimdilik söz edemeyiz, dönem dönem böyle şeyler de oldu, ama esas olarak ideolojik yapılanmadan, anlayıştan, içselleştirmeden dolayı böyle bir durumda medya. Dolayısıyla da her şeyi önümüze döken, onun üzerinden yürütebileceğimiz bir tartışmaya elvermeyen, bambaşka sularda seyreden bir mecra haline gelmiş oluyor. Bu da bin türlü sorunlu pratiğe yol açıyor; hep karşımıza çıkan dezenformasyon, haber gizleme, haberleri eğip bükme, haber kılığında yorumlar, vs. bütün bunlardan, bu ana sorundan kaynaklanıyor.

Bugün daha tartışma konusu oldu, 18 Temmuz günü gazetelerde çok temel bir konu vardı; İsrail’in Lübnan’daki ve Gazze Şeridi’ndeki saldırılarının haberleri ile aynı zamanda yayınlanan Terörle Mücadele Kurulu’nun ve Bakanlar Kurulu’nun toplantı haberlerinin ardından, Türkiye’de yükselen teröre, PKK eylemlerine karşı artık sabrın taştığı belirtiliyordu ve hem hükümet sözcülerinin bir kısmında, hem de gazetelerin belli başlılarında ortaya çıkan söylem aynıydı; “İsrail yapıyor ama Türkiye’ye izin vermiyor Amerika” gibi bir anlayış. Yani burada bir yandan İsrail’in yaptığının çok aşırıya kaçan ve adaletsiz bir durum olduğunu söyleyen bir başbakanının söylemine katılma var, aynı zamanda “İsrail de yapmasın, kimse yapmasın” değil de, “İsrail yapıyor da biz niye yapamayalım” şeklinde bir eleştiri var. Bu ilginç bir çarpıklık gibi gözüküyor.

 

AG: Benzeri 11 Eylül saldırılarından sonra olmuştu.  Murat Belge çok iyi saptamıştı, ana eksen şu oldu, “Bak, gördünüz mü? Sizin de başınıza gelebilirmiş. Biz yıllardır bununla uğraşıyoruz...” Neredeyse “oh olsun!” der gibi.

 

AH: “Terörün çok yaşandığı bir ülke olarak biz zaten Amerika’nın yanındayız, durumu anlıyoruz” gibi bir söylemin içindeydi.

 

ÖM: “Hatta bizden yararlansınlar, bizim bilgimiz engin” diye.

 

Biraz önce vermeye çalıştığım örnekte de aynen böyle bir şey var; İsrail’in mevcut durumunda bir yanlışlık olup olmadığı tartışılmıyor, ama ABD Büyükelçisi, “TSK’nın Kuzey Irak’a operasyonu  doğru olmaz” deyince kendimize pay biçiyoruz. Mesela, ABD Büyükelçisi için “kıvırttı” kelimesi kullanılıyordu gazetelerden birinde bugün. Önemli olan İsrail’in yaptığının eleştirilmesi değil, bir devleti koruma edası.

 

AG: Hep oraya çıkıyor, onun için söylüyorum “temel sorun budur” diye, oradan gelen seslere bakarak bir habercilik yapmak, bir kamuoyu oluşturmaya çalışmak meselesi. Halbuki terstir bu ilişki, yani normalde medya, şöyle bir ortamdır, aşağıdan yukarıya doğru, yani yurttaşların taleplerini yukarıya ileten bir şey olmalı ki, yukarıdakiler de “ha, benim yurttaşlarım şöyle şöyle düşünüyorlar, dertleri, talepleri şu” vs. diye ona göre politikalar belirleyebilsinler. Halbuki tam tersi oluyor, devletin halktan isteklerini, taleplerini, vs. biraz da korku sosu ile karıştırarak aşağıya doğru aktarıyor. Bu ilişki tamamen ters bizde. Medya asıl devletten gelen sesleri, talepleri aşağıya doğru aktarmak ve iletmek görevini görüyor.

 

ÖM: Bugün yine ilginç bir şey gözümüze çarptı; Terörle Mücadele Yasası’nın koşullarını, cezalarını, vs. ağırlaştıran yasa, onaylanmak üzere Cumhurbaşkanı’na gönderilmiş ve bugün şerh konarak da onaylanmış, onun haberi vardı. Bir gazetede şu haber veriliyor, Cumhurbaşkanı, özellikle gazetelerin kapatılmasına yönelik ya da güvenlik kuvvetlerinin ateş açmasına, adam öldürmesine imkân veren kuralları, Anayasa Mahkemesi’ne gönderiyormuş, ama onaylamış. Neden? Çünkü terörün yükseldiğini göz önüne alarak, bir hukukçu, hem de yüksek yargıç olan Cumhurbaşkanı, objektif bir değerlendirmeyle değil, şu andaki konjonktüre göre, “devlet tehlikeye giriyor, o zaman o kadar hukuk olmasa da olur”diye  onaylayabiliyor. Ama bunu gazete normalmiş gibi de gösterebiliyor, “artan, yükselen terörü gerekçe gördü, o yüzden böyle yaptı, geri göndermedi hukuksuzluğu gerekçesiyle, ama Anayasa Mahkemesi’ne sevk etmek gibi bir ara yol buldu” diye sanki meşru gören bir anlayışla ele alıyor. Bunu da liberal soldaki gazetelerden biri yapıyor.

 

AG: Madem bugünkü gazetelerden söz açıldı, ben de oradan gideyim, bugün bir de Şemdinli olayları ile ilgili mahkeme kararı açıklandı, o kararın en ilginç noktalarından birini büyük bir gazete, başlığa çıkarmıştı, “Bu astsubayları biz mahkum ettik ama bu bir örgüt ve bunların kendi başlarına karar vermeleri, vs. söz konusu olamaz, mutlaka daha üst rütbeliler vardır, fakat soruşturmada bunlar ortaya çıkarılamamıştır” diye, bunu gazete gayet objektif veriyor, gerekçesini de açıklıyor, ama hiç itiraz etmiyor, “bu ne biçim karar?” diye sormuyor. Fakat biraz geriye gidip o gazetenin Şemdinli olaylarını kavrayış ve yansıtış biçimini ele aldığımızda, gerekçede dile getirilen bu sonuçta çok çok önemli bir rol oynadığını görmemek mümkün değil. Şemdinli meselesinde olay olmuş, bitmiş, astsubaylar yakalanmış, içerideler, dava sürüyor, vs. İşte o günlerde Hürriyet gazetesinin manşetinden yayımlandı: “Şemdinli bilmecesini çözecek bant kayıtları...” Başlık da çok dehşetengizdi: “Öldürün, kanını için!” diye bir ibare...

 

Mesele şu; ‘Şemdinli bilmecesini çözecek bant kayıtları’ denilen kayıtlar, halkın içinde astsubaylar olan aracı enterne ettikleri bir sırada gerçekleşiyor. Bir PKK ileri geleni olduğu söylenen biri, daha aşağılarda bir başka PKK’lı ile konuşuyor. İşte o sırada o kişi talimat veriyor, “niye öldürmüyorsunuz madem onları, niye hâlâ tutuyorsunuz?” “öldürün, kanını için!” diyor. Olayla ilgisi yok bunun, diyelim ki bu doğru bir kayıt, böyle bir görüşme olmuş, hakikaten bu fabrikasyon olarak imal de edilmiş olabilir, bilmiyorum, ama diyelim ki doğru, fakat olaydan sonra olan bir şey, mahkeme kararıyla sabit, bombaları atan astsubaylar var. Daha sonra halk onları enterne etmişken, diyelim ki bir PKK’lı başka birine “öldürün, kanını için!” dedi, bunun olayla ne ilgisi var? Ama öyle bir ustalıkla sunuluyor ki, şu anda gazete önümüzde olsa çok daha iyi anlayacağız. Size şu kadarını söyleyeyim; 6 senedir bu işlerin içindeyim, o gün derste, sınıfta Hürriyet’in manşetini gösterince, çok da vakit yoktu, öncesinde inceleyememiştim, öğrencilere şunu dedim, “bu manşet bilgilerimizi yeniden gözden geçirmemizi gerektiriyor galiba arkadaşlar.” Yani ben bile etkilendim, öyle sunulmuş ki bu hikâye. Halbuki alakası yok, o astsubayların bomba atması ile ne alakası var sonraki görüşmenin. Kaldı ki, o galeyan halinde hareket eden halk, insanlar bile onları öldürmüyor, tam tersine emniyet kuvvetlerine teslim etmeye çalışıyor. Bunun ne kadar önemli olduğu anlaşıldı, ilk kez “suçüstü yakalanma”dan söz edildi. yani iş üstünde yakalanmış insanlar ve canlı yakalanmışlar. O astsubayların “öldürülüp, kanlarının içildiğini” düşünün, bu durumda iş tamamen terine dönmez miydi? Buna inanmak da zor, ama gerçek olsa bile gazete bunu tam bir hokus pokusla “Şemdinli bilmecesini çözecek kayıtlar” diye sunabildi. Yani o dönemde gazetelerin yayınları bir kitap olacak kadar hacimlidir. Düşünmüyor değilim, hakikaten bir kitap olabilir, yayınları alt alta sıralayıp nasıl bir manipülasyon yapmaya çalıştıklarına bakmak çok ilginç olabilir.

 

ÖM: Bir konstrüksiyon olabilir doğrusu. Bir de bu sansasyon meseleleri üzerinde çok duruyorsunuz, ondan da biraz bahseder misiniz?

 

AG: Evet, pireyi deve yapma gazeteciliği kabaca... Bu da bizim basının çok sevdiği, şeylerden biri. Bazen çok çok komik şeyler ortaya çıkıyor, çünkü sansasyon bulaşıcıdır ve hatta hastalık gibi bir şeydir. Bazen tuzağa düşebilirsiniz. Mesela hatırlıyorum, yine büyük bir gazete, 1 Nisan sayısı ve manşet haberi... Ben kesinlikle 1 Nisan şakası dedim o manşeti okuyunca. Özeti şu, romanı gerçek sanıp haber yapıyor gazete, savcı da bunun üzerine soruşturma açıyor. Olayımız şu, “Türk bebekleri değiştirmişler” diye devasa bir manşet. Bir tarikat, Türkiye’de hastanelerde çeşitli insanlar bulmuş, kendi tarikat üyelerinden insanları oralara yerleştirmiş ve bebeklerin yerlerini değiştiriyormuş, siz kendi bebeğiniz zannederken aslında başka bir bebeğin annesi oluyorsunuz. Haberde şöyle açıklanıyor, bu tarikat amacını şöyle açıklıyormuş: “Tarikatımızın amaçlarından biri her kadın doğum hastanesine tarikatımızdan birini yerleştirip çocukların anne babalarını karıştırıp soy takibini engellemek. Tarikatımızın yeterince inananı olunca hangi hastanede ne kadar çocuğun anne ve babasının değiştirildiğini açıklayacağız.”

Haber şöyle sürüyor: “Bu amaçla bir de kitap yayınlanmış, 1996 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ve sadece 1000 adet basılan Ay Çarpması Ayinleri isimli kitapta bu anlatılıyormuş. Bu tarikatın üyeleri Öküz yaylasının üstündeki dağ tepelerinin arasında bulunan bir ovada toplanıp kararlarını alıyorlarmış.”

 

 Manşet haberden söz ediyoruz! Ertesi gün gazete şöyle bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Yazar Bayram Keten, kitabındaki hikâyenin tamamen hayal ürünü olduğunu, fakat gazetenin nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde bunu gerçek sanıp haberleştirdiğini  söyledi. Yapı Kredi Yayınları da bir açıklama yaptı, o da şöyleydi: “Romanın içinde geçen hayal ürünü bir takım olayların Mun Tarikatı ile ilişkilendirilmesi, kitabın bir roman, yani tamamen hayal gücünün eseri olduğunu görmezlikten gelerek bir takım iddialara dayanak yapılmaya çalışılması karşısında sadece nutkumuz tutuluyor.”

 

AH: Peki bunlardan amaç ne oluyor? Amaç mesela reklam gelirini arttırmaksa çok işlevli olmayacaktır, bir günlük bir manşet bu, okuyucu sayısını arttırmaksa yine çok büyük bir işlevi olmayacaktır. Mesela aklıma şu geliyor, Brad Pitt’in eşi hamile olduğu zaman da plasentasını yiyeceğine dair haberler çıkmıştı Türk basınında. Baktım, “nedir bu?” diye, buna dair bir espri yaptığını, epey açıkça anlatıyor İngilizce haberlerde. Türkçe’ye geçtiğimizde plasentanın yeneceğine dair ciddi ciddi haber var. Amaç ne peki burada? Sebep sonuç bağlantısı çok zor geliyor bana.

 

AG: Bu tür haberler, okurların işin doğrusunu öğrenemeyeceği varsayımıyla yapılıyor. Ama bence daha önemlisi, ertesi gün yalanlanacağı apaçık olan kimi ciddi-siyasi haberlerin de yayımlanabilmesi... Ben bunlara “gönüllü dezenformasyon” diyorum. Dezenformasyon, biliyorsunuz bir haber kaynağının gazeteciyi bile isteye yanıltması demektir. Gazeteci bunu bilmez, kendisine verilen bilginin doğru olduğunu düşünür. Bizde bunun “gönüllü dezenformasyon” dediğimiz garip bir versiyonu var. Gazeteci aslında bu işin içinde bir iş olduğunu fark etmiştir ya da en azından şüphelenmektedir. Fakat hiçbir doğrulama çabasına girişmeksizin onu yayınlar, çünkü kendi kafasında kurduğu ideolojisine, yaklaşımına, vs. uymaktadır. Tabii gazetecilik açısından korkunç bir şey ama hiç önemli değil, önemli olan o kurduğu şeye bunun oturmasıdır.

Burada dezenformasyon kaynağı ile ilgili bir sorun da vardır: Bu kaynakların, ertesi gün foyası çıkacak ve yalanlanacak bilgileri de gazetecilere ilettiklerini, yayımlattıklarını görüyoruz. Bu, saçma görünüyor, insan ilk bakışta bundan nasıl bir fayda umulduğunu anlayamıyor. Oysa kazın ayağı öyle değil. Her şeyden önce, yalanlama içeride bir küçük sütun halinde çıkıyor, etkisi son derece sınırlı. Ama çok daha önemlisi, dezenformasyonda ilk etkinin önemi... Yani manşetten verilen iri bir şeyin, ertesi gün yalanlanmasının hiç önemi yok. İlk etki müthiş, dolayısıyla bu kaynaklar ertesi gün yalanlanacağı açık olsa da bilgiyi iletmekten vazgeçmiyorlar. Benim çok aklımda kalan bir örnek var, 1999’da Ulucanlar Cezaevi’nde 10 kişinin ölümü ile sonuçlanan büyük bir baskın olmuştu. “İçeriden müdahale edildi, içeride silahlı insanlar vardı”, vs. denildi. Can Dündar bunun üstüne gitti ve açığa çıkardı, daha sonra bir çok gazeteci de üstüne gitti, içeride hiçbir silahlı direniş filan olmamış. Tamamen tek yanlı bir şey. Bu net bir şekilde ortaya çıktı ve bir kaç gün içerisinde çıktı. Fakat üçüncü günde büyük bir gazetemizin manşetinde dev bir fotoğrafla “Baskından 5 dakika önce” diye bir haber yayınlandı. Güya o baskından hemen önce içeride çekilmiş bir fotoğraf, insanlar ellerinde sopalar, vs. kavgaya hazırlar ve onu yayınladı gazete. Baskından sonra da bu kişilerden üçünün öldüğünü yazdılar. Fakat ertesi gün ortaya çıktı ki o “5 dakika önce” denilen fotoğraf tam 5 yıl önce başka bir cezaevinde çekilmiş. Zaten yaz gününde bir baskındı ve parkalar vardı üstlerinde.

 

ÖM: Ama büyük bir pervasızlıkla bunu yayınlayabiliyorlar.

 

AG: Yayınladılar, sonra yayın yönetmeni çok üzüldü, özür diledi ama 10 gün sonra filan kendi köşesinde yazdı. İçeride tek sütun olarak düzelttiler. Ben onu çok iyi hatırlıyorum, oradaki kaynak, o fotoğrafı gazeteye ileten kaynak, biliyor ki ertesi gün çıkacak ortaya, çünkü o fotoğrafı bilenler biliyor, hemen çıkacak, çıktı nitekim, onu bile bile iletiyor gazeteye, hiç önemli değil. İlk etki çok önemli.

 

ÖM: Her zaman aynı duruma düşüyoruz, bir saat daha konuşmak ihtiyacı var, ama galiba süreyi bitirmiş durumdayız. Daha önce senin notlarından da baktım, özel hayatların genelliği, basının gücünü iktisadi çıkar için kullanma alışkanlığı, cinsiyetçilik ve ırkçılık gibi bölümler var konuşulacak konular listesinde ama programın süresi sınırlı. Bu konuşmaları kitap olarak yayınlamak gibi bir projemiz var, o zaman rahat rahat, örneklerini de koyarak yayınlarız belki. Bence, genel olarak gazeteciliğin, yazılı basının devletin biraz kucağında büyümüş olmasından kaynaklanan, devleti, milliyetçi ve militarist bir bakışı da bu şekilde içselleştiren bir basın geleneği ile malul olduğumuz yolundaki tespit en önemli tespitlerden biriydi.. Çok teşekkür ederiz.

 

AG: Ben teşekkür ederim.

 

(18 Temmuz 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)